top of page

Bİ'ŞARKI DAHA
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings

DİNLEDİKÇE DERİNLEŞENLER
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
Premium Upgrade Required
Please upgrade to Premium plan to remove the watermark and access Spotify widget settings
NOTALARLA YAZILAN HAYATLAR

ELVIS PRESLEY
“Müziği duymuyorsan, hayat çok sessiz kalır.”
Elvis bir şarkıcı değildi.
O bir dönemeçti.
Amerikan rüyasının kalbine düşen yıldırım.
Mikrofonu bir silah gibi tuttu, sesiyle savaş açtı sessizliğe.
Ve o an dünya ikiye ayrıldı:
Öncesi ve Elvis’ten sonrası.
O sadece rock’n roll söylemedi.
O, bedeniyle konuştu.
Kalçaları susturulamayan bir cümleydi.
Kilise korosundan gelen o masum çocuk,
bir gün şeytanın dansını yaptı ama melek gibi söyledi.
Bir çığlık gibi doğdu sesi.
Duyanı dürttü. Uyuyanı uyandırdı.
Çünkü Elvis’in sesi sadece notalardan değil,
dönemin sıkışmışlığından yapılmıştı.
Kimileri için bir tehdit oldu.
Kimileri için kurtuluş.
Ama herkes için bir şeydi.
Hiçbir zaman “hiç” olmadı.
Elvis bir karakterse,
o karakter tutkudan yapılmış bir hayal kırıklığıdır.
Çünkü zirvede nefes almak zordur.
Sahne ışıltılıdır ama kulis hep karanlıktır.
Hollywood onu giydirdi, paketledi, sattı.
Ve o, hep o parlak kostümlerin içinde biraz daha yalnız kaldı.
Şöhretin ortasında bir çocuk kaldı —
gözleri hâlâ annesini arayan bir çocuk.
Graceland, onun mabedi değil;
kendi içine yaptığı bir kaçışın, duvarlı hâliydi.
Ve o kaçış, bir gün banyoda son buldu.
Sessiz, anlamsız, ama bir devrin yorgunluğu gibi.
Bugün hâlâ bir CD çalardan “Can’t Help Falling in Love” çaldığında,
bir şey olur içimizde.
Sanki unuttuğumuz bir duygu,
Elvis’in sesine saklanmış da
yeniden hatırlanmak için orada duruyordur.
Elvis bir şarkıcı değildi.
O bir dönemeçti.
Amerikan rüyasının kalbine düşen yıldırım.
Mikrofonu bir silah gibi tuttu, sesiyle savaş açtı sessizliğe.
Ve o an dünya ikiye ayrıldı:
Öncesi ve Elvis’ten sonrası.
O sadece rock’n roll söylemedi.
O, bedeniyle konuştu.
Kalçaları susturulamayan bir cümleydi.
Kilise korosundan gelen o masum çocuk,
bir gün şeytanın dansını yaptı ama melek gibi söyledi.
Bir çığlık gibi doğdu sesi.
Duyanı dürttü. Uyuyanı uyandırdı.
Çünkü Elvis’in sesi sadece notalardan değil,
dönemin sıkışmışlığından yapılmıştı.
Kimileri için bir tehdit oldu.
Kimileri için kurtuluş.
Ama herkes için bir şeydi.
Hiçbir zaman “hiç” olmadı.
Elvis bir karakterse,
o karakter tutkudan yapılmış bir hayal kırıklığıdır.
Çünkü zirvede nefes almak zordur.
Sahne ışıltılıdır ama kulis hep karanlıktır.
Hollywood onu giydirdi, paketledi, sattı.
Ve o, hep o parlak kostümlerin içinde biraz daha yalnız kaldı.
Şöhretin ortasında bir çocuk kaldı —
gözleri hâlâ annesini arayan bir çocuk.
Graceland, onun mabedi değil;
kendi içine yaptığı bir kaçışın, duvarlı hâliydi.
Ve o kaçış, bir gün banyoda son buldu.
Sessiz, anlamsız, ama bir devrin yorgunluğu gibi.
Bugün hâlâ bir CD çalardan “Can’t Help Falling in Love” çaldığında,
bir şey olur içimizde.
Sanki unuttuğumuz bir duygu,
Elvis’in sesine saklanmış da
yeniden hatırlanmak için orada duruyordur.

MADONNA
“Kadınlığın beden bulmuş başkaldırısı.”
Madonna bir şarkıcı değildir.
O, sistemin suratına atılmış yüksek topuklu bir manifestodur.
Pop müzik onun sayesinde sadece kulağa değil,
toplumsal kodlara da çarpmaya başladı.
Çünkü o, bir melodi değil,
bir duruştur.
Ve bazen de bir küfürdür —
ama yerli yerinde.
İlk sahneye çıktığında herkes onun sesine değil,
mini eteğine bakıyordu.
Ama Madonna baktıkları yerden konuşmayı öğrendi.
Ona “seks objesi” dediler,
o bunu simgesel bir silaha dönüştürdü.
Erkek bakışının içinde kendine yer açmadı,
onu patlattı.
“Bakıyorsunuz ama sahip olamıyorsunuz.”
dedi gözleriyle, dansıyla, sahnesiyle.
Dinle oynadı.
Aileyle oynadı.
Amerikan ahlak kodlarıyla poker oynayıp hepsini tek tek düşürdü.
Çünkü Madonna bir şarkı yazmaz,
bir kavramı kesip biçer.
Ve sonra o kavramı ışıklı sahneye çıkarır.
Virgin Mary ve porno yıldızı arasında yürüdü.
Ve ikisi de onun oldu.
Madonna bir karakterse, o karakter şudur:
Sınır ihlalcisi. Tabu delici. Yıkıcı. Ama hesaplı.
Zekası göğsünden sonra fark edildi.
Çünkü kadınlar önce bedenleriyle tanınır bu dünyada.
Madonna ise tam oradan başlattı devrimini.
“Material Girl” dediler ona.
Ama o, materyalin nasıl ilahlaştırıldığını anlatıyordu.
“Like a Prayer” dediler,
ama o, diz çökmeden dua etmeyi öğretiyordu.
Ve hâlâ hayatta.
Çünkü ikonlar ölmüyor,
kendilerini yeniden yazıyor.
Madonna, sadece müzikte değil,
toplumsal cinsiyetin, dini imgelerin ve medyanın şekillendirdiği kimliklerin
tam ortasında bir dinamit gibi duruyor.
Ve evet, o hâlâ dans ediyor.
Çünkü değişim dansla başlar.
Ve Madonna, her dönüşümün ritmini çoktan duydu bile.
Madonna bir şarkıcı değildir.
O, sistemin suratına atılmış yüksek topuklu bir manifestodur.
Pop müzik onun sayesinde sadece kulağa değil,
toplumsal kodlara da çarpmaya başladı.
Çünkü o, bir melodi değil,
bir duruştur.
Ve bazen de bir küfürdür —
ama yerli yerinde.
İlk sahneye çıktığında herkes onun sesine değil,
mini eteğine bakıyordu.
Ama Madonna baktıkları yerden konuşmayı öğrendi.
Ona “seks objesi” dediler,
o bunu simgesel bir silaha dönüştürdü.
Erkek bakışının içinde kendine yer açmadı,
onu patlattı.
“Bakıyorsunuz ama sahip olamıyorsunuz.”
dedi gözleriyle, dansıyla, sahnesiyle.
Dinle oynadı.
Aileyle oynadı.
Amerikan ahlak kodlarıyla poker oynayıp hepsini tek tek düşürdü.
Çünkü Madonna bir şarkı yazmaz,
bir kavramı kesip biçer.
Ve sonra o kavramı ışıklı sahneye çıkarır.
Virgin Mary ve porno yıldızı arasında yürüdü.
Ve ikisi de onun oldu.
Madonna bir karakterse, o karakter şudur:
Sınır ihlalcisi. Tabu delici. Yıkıcı. Ama hesaplı.
Zekası göğsünden sonra fark edildi.
Çünkü kadınlar önce bedenleriyle tanınır bu dünyada.
Madonna ise tam oradan başlattı devrimini.
“Material Girl” dediler ona.
Ama o, materyalin nasıl ilahlaştırıldığını anlatıyordu.
“Like a Prayer” dediler,
ama o, diz çökmeden dua etmeyi öğretiyordu.
Ve hâlâ hayatta.
Çünkü ikonlar ölmüyor,
kendilerini yeniden yazıyor.
Madonna, sadece müzikte değil,
toplumsal cinsiyetin, dini imgelerin ve medyanın şekillendirdiği kimliklerin
tam ortasında bir dinamit gibi duruyor.
Ve evet, o hâlâ dans ediyor.
Çünkü değişim dansla başlar.
Ve Madonna, her dönüşümün ritmini çoktan duydu bile.

FREDDIE MERCURY
“I’m just a musical prostitute, my dear.”
Freddie Mercury bir insan değil.
O bir çığlıktır.
Kendine yer bulamayanların, kimliğini saklayanların,
bir odaya sıkışmış piyanoların içinden çıkan bir çığlık.
Dünyaya fazlaydı.
Sahneye tamdı.
Hayatın ona dar geldiği yerde,
bir spotlight yaktı ve orada yaşamaya başladı.
Gerçek adı Farrokh Bulsara’ydı.
Ama kendini Freddie yaptı.
Mercury yaptı.
Çünkü bazen yaşamak için, kendini yeniden icat etmen gerekir.
Sesi dört oktavdı ama ruhu sonsuzdu.
Bir an operaydı, bir an rock.
Bir an tanrıydı, bir an çocuk.
Ve hepsi de sahiciydi.
Onun için sahne,
bir varoluş provası değil,
bir kaçışın tam kendisiydi.
Kimliğini yıllarca sakladı.
Ama şarkılarında herkesin en çıplak hâliyle yüzleşmesini sağladı.
“Bohemian Rhapsody” sadece bir şarkı değil.
Bir itiraftı.
Bir günah çıkarma.
Bir “ben buyum” çığlığıydı —
ama metaforlarla saklanmış, piyano aralarına sıkıştırılmış bir ağlayış.
Freddie bir karakterse,
o karakter: Kendinden kaçarken kendini yaratan adamdır.
Cinsiyetin dışında yaşadı.
Aşkın dışında sevişti.
Hayatın dışında durdu,
ama ölümün tam ortasına düştü.
AIDS, onun hayatına değil,
bir döneme damgasını vurdu.
Freddie, sadece bir müzisyen olarak değil,
bir çağın yitip giden cesareti olarak da anıldı.
O sahnede ölümsüzdü ama,
sahneden inince sadece bir insandı:
utangaç, kırılgan, yalnız.
Bugün hâlâ o dev sahnelerde insanlar ellerini havaya kaldırıp
“We Are The Champions” diye bağırıyorsa,
bu, bir adamın değil,
bir yaralı ruhun bize hâlâ seslendiğindendir.
Freddie Mercury öldü.
Ama onun sesi hâlâ hayattaki en önemli şeyi söylüyor:
Kendin ol.
Ve sahneye çıkmaktan korkma.
Freddie Mercury bir insan değil.
O bir çığlıktır.
Kendine yer bulamayanların, kimliğini saklayanların,
bir odaya sıkışmış piyanoların içinden çıkan bir çığlık.
Dünyaya fazlaydı.
Sahneye tamdı.
Hayatın ona dar geldiği yerde,
bir spotlight yaktı ve orada yaşamaya başladı.
Gerçek adı Farrokh Bulsara’ydı.
Ama kendini Freddie yaptı.
Mercury yaptı.
Çünkü bazen yaşamak için, kendini yeniden icat etmen gerekir.
Sesi dört oktavdı ama ruhu sonsuzdu.
Bir an operaydı, bir an rock.
Bir an tanrıydı, bir an çocuk.
Ve hepsi de sahiciydi.
Onun için sahne,
bir varoluş provası değil,
bir kaçışın tam kendisiydi.
Kimliğini yıllarca sakladı.
Ama şarkılarında herkesin en çıplak hâliyle yüzleşmesini sağladı.
“Bohemian Rhapsody” sadece bir şarkı değil.
Bir itiraftı.
Bir günah çıkarma.
Bir “ben buyum” çığlığıydı —
ama metaforlarla saklanmış, piyano aralarına sıkıştırılmış bir ağlayış.
Freddie bir karakterse,
o karakter: Kendinden kaçarken kendini yaratan adamdır.
Cinsiyetin dışında yaşadı.
Aşkın dışında sevişti.
Hayatın dışında durdu,
ama ölümün tam ortasına düştü.
AIDS, onun hayatına değil,
bir döneme damgasını vurdu.
Freddie, sadece bir müzisyen olarak değil,
bir çağın yitip giden cesareti olarak da anıldı.
O sahnede ölümsüzdü ama,
sahneden inince sadece bir insandı:
utangaç, kırılgan, yalnız.
Bugün hâlâ o dev sahnelerde insanlar ellerini havaya kaldırıp
“We Are The Champions” diye bağırıyorsa,
bu, bir adamın değil,
bir yaralı ruhun bize hâlâ seslendiğindendir.
Freddie Mercury öldü.
Ama onun sesi hâlâ hayattaki en önemli şeyi söylüyor:
Kendin ol.
Ve sahneye çıkmaktan korkma.

NINA SIMONE
“Freedom is a feeling.”
Nina, sesiyle değil —
tavrıyla konuştu.
Çünkü bazı insanlar şarkı söylemez;
bir tür varoluş biçimini seslendirir.
O bir şarkıcı değildi.
Bir siyah kadındı.
Bir anneydi.
Bir piyanoydu.
Bir isyandı.
Bir "yeter"di.
Nina Simone bir karakterse,
o karakter: “Ruhunu sahneye gömen kadın”dır.
“Kimliğini susturmayan ses.”
“Kulağa değil, vicdana dokunan ezgi.”
Küçük yaşta klasik müzikle büyütüldü.
Bach dinledi. Mozart çaldı.
Ama beyazlar onun ten rengine not defteri uzatmadı.
O da gitti, cazın, blues’un, halk şarkılarının içine öfkesini sakladı.
Ve öyle söyledi:
Acıyla. Bilinçle. Yumruk gibi.
“Mississippi Goddam” dedi bir gün.
Ve müzik sustu.
Çünkü bir sanatçı, bir ülkeden daha cesur olduğunda
tarih orada yeniden yazılır.
Nina Simone’un sesi kadifeden yapılmamıştır.
Onun sesi tutunamamışların sesidir.
Sürgün edilmiş kadınların, linç edilen çocukların, unutulan adaletin sesi.
“To be young, gifted and Black” dedi.
Ve her siyah çocuk o cümlede
ilk defa bir isim kazandı.
Ama Nina sadece aktivist değildi.
O da yoruldu.
O da dağıldı.
Psikozla savaştı. Sevgisizlikle boğuştu.
Kendini yaktı, ama külünü müziğe serpti.
Onun müziğinde kuşlar öterken gökyüzü yoktur.
Her nota bir yara izidir.
Her piyano tuşu geçmişin mezar taşıdır.
Ve yine de çalar, çünkü susmak ihanettir.
Nina hâlâ hayatta.
Her öfke cümlesinde,
her başı dik şarkıcıda,
her piyano notasının arkasına saklanmış isyanda.
Çünkü onun dediği gibi:
“Bir sanatçı, yaşadığı zamanı yansıtmak zorundadır.”
Nina, sesiyle değil —
tavrıyla konuştu.
Çünkü bazı insanlar şarkı söylemez;
bir tür varoluş biçimini seslendirir.
O bir şarkıcı değildi.
Bir siyah kadındı.
Bir anneydi.
Bir piyanoydu.
Bir isyandı.
Bir "yeter"di.
Nina Simone bir karakterse,
o karakter: “Ruhunu sahneye gömen kadın”dır.
“Kimliğini susturmayan ses.”
“Kulağa değil, vicdana dokunan ezgi.”
Küçük yaşta klasik müzikle büyütüldü.
Bach dinledi. Mozart çaldı.
Ama beyazlar onun ten rengine not defteri uzatmadı.
O da gitti, cazın, blues’un, halk şarkılarının içine öfkesini sakladı.
Ve öyle söyledi:
Acıyla. Bilinçle. Yumruk gibi.
“Mississippi Goddam” dedi bir gün.
Ve müzik sustu.
Çünkü bir sanatçı, bir ülkeden daha cesur olduğunda
tarih orada yeniden yazılır.
Nina Simone’un sesi kadifeden yapılmamıştır.
Onun sesi tutunamamışların sesidir.
Sürgün edilmiş kadınların, linç edilen çocukların, unutulan adaletin sesi.
“To be young, gifted and Black” dedi.
Ve her siyah çocuk o cümlede
ilk defa bir isim kazandı.
Ama Nina sadece aktivist değildi.
O da yoruldu.
O da dağıldı.
Psikozla savaştı. Sevgisizlikle boğuştu.
Kendini yaktı, ama külünü müziğe serpti.
Onun müziğinde kuşlar öterken gökyüzü yoktur.
Her nota bir yara izidir.
Her piyano tuşu geçmişin mezar taşıdır.
Ve yine de çalar, çünkü susmak ihanettir.
Nina hâlâ hayatta.
Her öfke cümlesinde,
her başı dik şarkıcıda,
her piyano notasının arkasına saklanmış isyanda.
Çünkü onun dediği gibi:
“Bir sanatçı, yaşadığı zamanı yansıtmak zorundadır.”

LEONARD COHEN
“There is a crack in everything, that's how the light gets in.”
Leonard Cohen bir şarkıcı değil.
O, sustuğumuz yerden konuşan bir adam.
Kendine bir ülke kurdu:
Ülkesinin adı melankoliydi, dili şiir, bayrağı griydi.
Bir cümleyle ruhunu soyar,
bir şarkıyla yıllarını anlatırdı.
Ve hep fısıldardı.
Çünkü bağıranlar genelde daha az şey bilir.
Montreal'de doğdu,
ama kalbi hep Kudüs'e, Yunan adalarına, kadınların saçlarına ve Tanrı'nın suskunluğuna bağlı kaldı.
Aynı anda hem bir rahipti,
hem bir günahkâr.
Kimi zaman bir aşıktı,
ama hep yalnızdı.
Leonard Cohen bir karakterse,
o karakter varoluşun içindeki çatlağa yaslanan adamdır.
Umudun bile biraz yorgun olduğu yerde oturup
sigarasını içerken dua eden biri.
Kadınları sevdi.
Ve kadınların onu nasıl terk ettiğini yazdı.
Aşk onda romantik bir dans değil,
acıyla yapılan bir ibadetti.
"Suzanne" bir kadından çok
bir ruh hâlidir.
"Famous Blue Raincoat" bir mektup değil,
geç kalmış bir iç çekiştir.
"Hallelujah" ise bir dua değil,
bir boşlukla yapılan barıştır.
Ona göre aşk da Tanrı gibiydi:
Çoğu zaman gelmiyordu.
Ama bazen bir geceliğine uğruyor,
ve bir ömür sürecek boşluk bırakıyordu arkasında.
Cohen’in sesi güzelliğe değil,
doğruluğa ayarlıydı.
O, sözcükleri incitmeden kullanan ender adamlardandı.
Bir mezarlıkta yürür gibi konuşurdu —
her kelimenin önünde eğilerek.
Çünkü Cohen bilir:
Bazen bir insan en çok,
kaybettiği şeylerin toplamıdır.
Bugün bir kafede yalnız otururken,
bir sabah kalkıp hiçbir şeyi istemezken,
ya da bir aşktan sonra kim olduğunuzu unuttuğunuzda...
Cohen’i açarsınız.
Çünkü o sadece şarkı söylemez.
Sizi anlar.
Leonard Cohen bir şarkıcı değil.
O, sustuğumuz yerden konuşan bir adam.
Kendine bir ülke kurdu:
Ülkesinin adı melankoliydi, dili şiir, bayrağı griydi.
Bir cümleyle ruhunu soyar,
bir şarkıyla yıllarını anlatırdı.
Ve hep fısıldardı.
Çünkü bağıranlar genelde daha az şey bilir.
Montreal'de doğdu,
ama kalbi hep Kudüs'e, Yunan adalarına, kadınların saçlarına ve Tanrı'nın suskunluğuna bağlı kaldı.
Aynı anda hem bir rahipti,
hem bir günahkâr.
Kimi zaman bir aşıktı,
ama hep yalnızdı.
Leonard Cohen bir karakterse,
o karakter varoluşun içindeki çatlağa yaslanan adamdır.
Umudun bile biraz yorgun olduğu yerde oturup
sigarasını içerken dua eden biri.
Kadınları sevdi.
Ve kadınların onu nasıl terk ettiğini yazdı.
Aşk onda romantik bir dans değil,
acıyla yapılan bir ibadetti.
"Suzanne" bir kadından çok
bir ruh hâlidir.
"Famous Blue Raincoat" bir mektup değil,
geç kalmış bir iç çekiştir.
"Hallelujah" ise bir dua değil,
bir boşlukla yapılan barıştır.
Ona göre aşk da Tanrı gibiydi:
Çoğu zaman gelmiyordu.
Ama bazen bir geceliğine uğruyor,
ve bir ömür sürecek boşluk bırakıyordu arkasında.
Cohen’in sesi güzelliğe değil,
doğruluğa ayarlıydı.
O, sözcükleri incitmeden kullanan ender adamlardandı.
Bir mezarlıkta yürür gibi konuşurdu —
her kelimenin önünde eğilerek.
Çünkü Cohen bilir:
Bazen bir insan en çok,
kaybettiği şeylerin toplamıdır.
Bugün bir kafede yalnız otururken,
bir sabah kalkıp hiçbir şeyi istemezken,
ya da bir aşktan sonra kim olduğunuzu unuttuğunuzda...
Cohen’i açarsınız.
Çünkü o sadece şarkı söylemez.
Sizi anlar.

BOB DYLAN
“The times they are a-changin’.”
Bob Dylan bir şarkıcı değil.
O, tarih sahnesinde bir peyazde yürüyen asi.
Sözleriyle değil, kelimelerin ardına gizlenen fırtınayla konuşur.
Bir sokak şairidir,
ama aynı zamanda bir kâhin.
Dumanlı sesinde yüzyılın yükü vardır.
Kimi zaman politik bir manifesto,
kimi zaman aşkın kırık bir aynası.
Ve her daim, “dünyaya nasıl direnilir?” sorusunu fısıldar.
Minnesota’nın gri sokaklarından çıkar,
Amerika’nın derin yaralarını notalara döker.
“Blowin’ in the Wind” ile ses verir sessizlere,
“Like a Rolling Stone” ile sarar yaralı ruhları.
O, sadece bir adam değil,
bir çağın dilidir.
Bob Dylan bir karakterse,
o karakter:
gerçeklerin üzerine inatla yürüyen, maskelerden ve yalakalıklardan nefret eden, kimliğini sürekli sorgulayan adamdır.
O, folk müziğin kutsal çocuğu, rock’ın asi dedesi, şiirin evrensel dili.
Ve her dönem yeniden doğar,
yeni bir isim, yeni bir yüzle.
Çünkü Dylan için durmak yoktur;
devrim, sürekli bir yolculuktur.
Onun şarkıları pusula değil,
daha çok bir labirent haritasıdır.
Kimin nereye gittiğini değil,
nereye gitmek istediğini gösterir.
Bugün, hâlâ o eski gitari elinde,
dünyanın karmakarışık gündemine kafa tutarken,
Dylan’ı dinlemek bir ibadettir:
Tarihin unuttuğu seslere kulak vermek.
Bob Dylan bir şarkıcı değil.
O, tarih sahnesinde bir peyazde yürüyen asi.
Sözleriyle değil, kelimelerin ardına gizlenen fırtınayla konuşur.
Bir sokak şairidir,
ama aynı zamanda bir kâhin.
Dumanlı sesinde yüzyılın yükü vardır.
Kimi zaman politik bir manifesto,
kimi zaman aşkın kırık bir aynası.
Ve her daim, “dünyaya nasıl direnilir?” sorusunu fısıldar.
Minnesota’nın gri sokaklarından çıkar,
Amerika’nın derin yaralarını notalara döker.
“Blowin’ in the Wind” ile ses verir sessizlere,
“Like a Rolling Stone” ile sarar yaralı ruhları.
O, sadece bir adam değil,
bir çağın dilidir.
Bob Dylan bir karakterse,
o karakter:
gerçeklerin üzerine inatla yürüyen, maskelerden ve yalakalıklardan nefret eden, kimliğini sürekli sorgulayan adamdır.
O, folk müziğin kutsal çocuğu, rock’ın asi dedesi, şiirin evrensel dili.
Ve her dönem yeniden doğar,
yeni bir isim, yeni bir yüzle.
Çünkü Dylan için durmak yoktur;
devrim, sürekli bir yolculuktur.
Onun şarkıları pusula değil,
daha çok bir labirent haritasıdır.
Kimin nereye gittiğini değil,
nereye gitmek istediğini gösterir.
Bugün, hâlâ o eski gitari elinde,
dünyanın karmakarışık gündemine kafa tutarken,
Dylan’ı dinlemek bir ibadettir:
Tarihin unuttuğu seslere kulak vermek.

KURT COBAIN
bottom of page