top of page
%20(1).jpg)
Felsefenin Temel Taşları

Stoacılığın Günümüz Anksiyetesine Cevabı Ne?
Stoacılar, hayatın zorlukları karşısında nasıl dingin kalınabileceğini öğretir. Onlara göre önemli olan olaylar değil, onlara verdiğimiz tepkilerdir. Bugün ise her şeyin bizim kontrolümüzde olması gerektiğine inandırıldık. İşte bu da kaygının kaynağı.
Marcus Aurelius şöyle der: “Kontrol edemediğin şey seni ilgilendirmez.” Modern insan ise hava durumuna bile kızgın. Hava kötü diye ruh hali bozulan bir çağda, stoacı felsefe soğukkanlılıkla fısıldar: “Bırak geçsin.”
Stoacılık, duygusuzluk değil; duyguların esiri olmamaktır. Günlük stresten, sosyal medyadaki etkileşim kaygısından, gelecek korkusundan sıyrılmak istiyorsan; önce neyi kontrol edip neyi edemeyeceğini ayırmalısın. Belki de zihinsel özgürlük, ‘olduğu gibi kabul etmek’le başlar.
Marcus Aurelius şöyle der: “Kontrol edemediğin şey seni ilgilendirmez.” Modern insan ise hava durumuna bile kızgın. Hava kötü diye ruh hali bozulan bir çağda, stoacı felsefe soğukkanlılıkla fısıldar: “Bırak geçsin.”
Stoacılık, duygusuzluk değil; duyguların esiri olmamaktır. Günlük stresten, sosyal medyadaki etkileşim kaygısından, gelecek korkusundan sıyrılmak istiyorsan; önce neyi kontrol edip neyi edemeyeceğini ayırmalısın. Belki de zihinsel özgürlük, ‘olduğu gibi kabul etmek’le başlar.

Platon’un Mağara Alegorisi Bugün Ne Anlatıyor?
Platon’un mağarası sadece antik çağın felsefi bir hikâyesi değil; bugünün ekran çağında yaşayan bizler için de oldukça tanıdık. Mağaradaki insanlar, duvara yansıyan gölgeleri gerçek sanır. Çünkü zincirlenmişlerdir; başlarını bile döndüremezler. Bu alegori, bireyin toplumsal kabullerle nasıl sınırlanıp gerçeklikten uzaklaştırıldığını anlatır.
Peki ya bugün? Sosyal medyada gördüğümüz “hayatlar”, sürekli maruz kaldığımız manipülatif haberler, yapay mutluluklar… Hepsi modern gölgeler olabilir mi? Belki de bizler de zincirliyiz; ama zincirler artık bileğimizde değil, ekranın içindedir.
Platon’a göre kurtuluş, hakikati görmek için mağaradan çıkmayı göze almaktır. Ama gerçek acı vericidir; gözler ışığa alışmakta zorlanır. Tıpkı alışkanlıklarımızdan, konforumuzdan ve doğrularımızdan vazgeçmenin zor olması gibi. Belki de asıl soru şu: Biz gerçekten mağaradan çıkmak istiyor muyuz?
Peki ya bugün? Sosyal medyada gördüğümüz “hayatlar”, sürekli maruz kaldığımız manipülatif haberler, yapay mutluluklar… Hepsi modern gölgeler olabilir mi? Belki de bizler de zincirliyiz; ama zincirler artık bileğimizde değil, ekranın içindedir.
Platon’a göre kurtuluş, hakikati görmek için mağaradan çıkmayı göze almaktır. Ama gerçek acı vericidir; gözler ışığa alışmakta zorlanır. Tıpkı alışkanlıklarımızdan, konforumuzdan ve doğrularımızdan vazgeçmenin zor olması gibi. Belki de asıl soru şu: Biz gerçekten mağaradan çıkmak istiyor muyuz?

Aristoteles’e Göre Mutluluk: Eudaimonia Nedir?
Aristoteles’e göre mutluluk, yüzeyde parlayan bir neşe hali değil; insanın doğasına uygun yaşamasıyla elde ettiği derin bir doyumdur. Ona “eudaimonia” der. Yani sadece haz peşinde koşmak değil, erdemli bir yaşam sürmek gerekir.
Modern dünyada mutluluk, sık sık satın alınabilen bir ürün gibi sunuluyor: Daha iyi bir telefon, daha güzel bir ev, daha çok beğeni. Ama Aristoteles bize şunu hatırlatır: Gerçek mutluluk dışsal değil, içsel bir süreçtir. Ve bu süreç, sorumluluk, düşünce ve ahlaki değerlerle inşa edilir.
Eudaimonia, "kendin olmak" değil, "olabileceğin en iyi versiyonuna ulaşmak" demektir. Bu da kolay değildir. Çünkü hazlar geçici, erdem kalıcıdır. Günün sonunda, mutlu olup olmadığımız değil; anlamlı yaşayıp yaşamadığımız önemlidir.
Modern dünyada mutluluk, sık sık satın alınabilen bir ürün gibi sunuluyor: Daha iyi bir telefon, daha güzel bir ev, daha çok beğeni. Ama Aristoteles bize şunu hatırlatır: Gerçek mutluluk dışsal değil, içsel bir süreçtir. Ve bu süreç, sorumluluk, düşünce ve ahlaki değerlerle inşa edilir.
Eudaimonia, "kendin olmak" değil, "olabileceğin en iyi versiyonuna ulaşmak" demektir. Bu da kolay değildir. Çünkü hazlar geçici, erdem kalıcıdır. Günün sonunda, mutlu olup olmadığımız değil; anlamlı yaşayıp yaşamadığımız önemlidir.

Descartes’ın “Düşünüyorum, Öyleyse Varım” Sözü Gerçekten Ne Demek?
Descartes’ın bu meşhur sözü, kulağa bir aforizma gibi geliyor olabilir. Ama aslında o, her şeyden şüphe ederek başlar: Duyular yanıltıcıdır, dünya bir rüya olabilir, hatta bir “kötü cin” bizi kandırıyor olabilir… Peki o zaman neye güvenebiliriz?
İşte tam o noktada der ki: “Şüphe ediyorum.” Ama şüphe etmek de bir düşüncedir. Ve düşünmek için bir varlık gerekir. O halde: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Yani en temel, en yalın hakikat: Düşünen bir benlik.
Bu, modern bireyin içsel yolculuğunun da başlangıcıdır. “Ben kimim?” sorusu, önce “Ben var mıyım?” sorusuyla başlar. Descartes’a göre, dünya yansa da düşüncen kaldıkça sen varsın. Ancak bu düşünce aynı zamanda yalnızlıktır: Her şeyden şüphe edip sadece kendine yaslanmak…
Bugün, her şeyin dışsal onaylarla ölçüldüğü bir çağda, Descartes’ın sesi hâlâ duyulur: “Sen sadece düşüncelerinin toplamısın; beğenilerin değil.”
İşte tam o noktada der ki: “Şüphe ediyorum.” Ama şüphe etmek de bir düşüncedir. Ve düşünmek için bir varlık gerekir. O halde: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Yani en temel, en yalın hakikat: Düşünen bir benlik.
Bu, modern bireyin içsel yolculuğunun da başlangıcıdır. “Ben kimim?” sorusu, önce “Ben var mıyım?” sorusuyla başlar. Descartes’a göre, dünya yansa da düşüncen kaldıkça sen varsın. Ancak bu düşünce aynı zamanda yalnızlıktır: Her şeyden şüphe edip sadece kendine yaslanmak…
Bugün, her şeyin dışsal onaylarla ölçüldüğü bir çağda, Descartes’ın sesi hâlâ duyulur: “Sen sadece düşüncelerinin toplamısın; beğenilerin değil.”
Modern Felsefeyle Günümüzü Okumak

Nietzsche Bugün Yaşasaydı Instagram’da Ne Paylaşırdı?
Nietzsche, yaşasaydı büyük ihtimalle Instagram’da değil, onu yerden yere vuran bir kitapta olurdu. Ama varsayalım ki orada. Takipçilerine şöyle diyebilirdi: "Kendin ol!" Ama hemen ardından, "O ‘kendin’ dediğin, kimin ürünü?" diye sorardı.
Nietzsche’ye göre modern insan sürüye uyar. Kendi değerini değil, toplumun dayattığı değerleri yaşar. Instagram da tam olarak bunu yapar: Popüler olanı “iyi” ve “güzel” olarak kabul ettirir. Oysa Nietzsche, değerlerin yeniden yaratılmasını savunur. Yani senin "iyi" dediğini gerçekten sen mi belirliyorsun?
Hikâyelerinde sahici bir kahkaha yerine filtreli bir gülümseme paylaşan insanlara bakıp şöyle yazardı belki: "Kendi maskenize taptığınızı fark etmiyorsunuz." Ve son olarak, bir selfie’nin altına şunu eklerdi: “Kendini aş. Yoksa kendine benzemekten mahvolursun.”
Nietzsche’ye göre modern insan sürüye uyar. Kendi değerini değil, toplumun dayattığı değerleri yaşar. Instagram da tam olarak bunu yapar: Popüler olanı “iyi” ve “güzel” olarak kabul ettirir. Oysa Nietzsche, değerlerin yeniden yaratılmasını savunur. Yani senin "iyi" dediğini gerçekten sen mi belirliyorsun?
Hikâyelerinde sahici bir kahkaha yerine filtreli bir gülümseme paylaşan insanlara bakıp şöyle yazardı belki: "Kendi maskenize taptığınızı fark etmiyorsunuz." Ve son olarak, bir selfie’nin altına şunu eklerdi: “Kendini aş. Yoksa kendine benzemekten mahvolursun.”

Simülasyonun İçindeyiz: Baudrillard’ı Matrix ile Anlamak
Baudrillard, gerçekle imge arasındaki çizginin silindiğini söyler. Günümüz dünyasında artık gerçek, taklidinin gölgesinde yaşar. O buna “simülakr” der: Gerçek olmayan ama gerçek gibi işleyen imgeler evreni.
Matrix filminde Neo’nun yaşadığı dünya, bu fikrin sinemasal bir yansımasıdır. Her şey gerçek gibi görünür ama aslında bir sistemin kurgusudur. Tıpkı bugün, dijital dünyada yaşadığımız hayat gibi. Gerçek bir şeyin yerine geçen simülasyonlar içinde yaşıyoruz.
Sosyal medyada bir fotoğraf, gerçeği değil; o fotoğraftaki duygunun ideal halini temsil eder. Haberler, ideolojilerin filtresinden geçer. Kimin gerçek olduğunu, kimin rol yaptığını ayırt edemeyiz. Baudrillard burada devreye girer ve fısıldar: “Gerçek, çoktan kayboldu.”
Matrix’teki kırmızı hap gibi, bu fikri kabul etmek kolay değildir. Ama belki de ilk adım, gözümüzün önündeki “gerçeklik”le yüzleşmekten geçer.
Matrix filminde Neo’nun yaşadığı dünya, bu fikrin sinemasal bir yansımasıdır. Her şey gerçek gibi görünür ama aslında bir sistemin kurgusudur. Tıpkı bugün, dijital dünyada yaşadığımız hayat gibi. Gerçek bir şeyin yerine geçen simülasyonlar içinde yaşıyoruz.
Sosyal medyada bir fotoğraf, gerçeği değil; o fotoğraftaki duygunun ideal halini temsil eder. Haberler, ideolojilerin filtresinden geçer. Kimin gerçek olduğunu, kimin rol yaptığını ayırt edemeyiz. Baudrillard burada devreye girer ve fısıldar: “Gerçek, çoktan kayboldu.”
Matrix’teki kırmızı hap gibi, bu fikri kabul etmek kolay değildir. Ama belki de ilk adım, gözümüzün önündeki “gerçeklik”le yüzleşmekten geçer.

Sartre’ın Varoluşçuluğuyla ‘Kendin Olmak’ Mümkün mü?
Sartre’a göre insanın özü yoktur; ne olacağını kendisi belirler. “İnsan, kendini var eder.” Yani sen kim olduğunu değil, ne yaptığını sor. Çünkü öz, eylemle kurulur. Kulağa özgürlük gibi geliyor, değil mi? Ama aynı zamanda büyük bir sorumluluk.
“Kendin ol!” çağrısı, bugünün mottosu. Ama bu çağrı bile bir kalıba dönüştü. Herkes farklı olmaya çalışırken birbirine benziyor. Sartre’ın dediği gibi, “Cehennem başkalarıdır” çünkü biz, başkalarının bakışında şekil alıyoruz.
Varoluşçuluk kolay bir özgürlük sunmaz. Kaygı verir. Çünkü artık bahane kalmaz. Bizi belirleyen ne toplumdur, ne Tanrı, ne kader. Sadece biz. Peki bu özgürlükle ne yapacağız? İşte asıl soru burada başlar: Gerçekten “kendin” olmak istiyor musun?
“Kendin ol!” çağrısı, bugünün mottosu. Ama bu çağrı bile bir kalıba dönüştü. Herkes farklı olmaya çalışırken birbirine benziyor. Sartre’ın dediği gibi, “Cehennem başkalarıdır” çünkü biz, başkalarının bakışında şekil alıyoruz.
Varoluşçuluk kolay bir özgürlük sunmaz. Kaygı verir. Çünkü artık bahane kalmaz. Bizi belirleyen ne toplumdur, ne Tanrı, ne kader. Sadece biz. Peki bu özgürlükle ne yapacağız? İşte asıl soru burada başlar: Gerçekten “kendin” olmak istiyor musun?

Zygmunt Bauman’ın Akışkan Modernliği ile İlişkilerimizi Okumak
Bauman’a göre artık hiçbir şey kalıcı değil: Ne kimlikler, ne ilişkiler, ne değerler. Ona “akışkan modernlik” diyor. Yani bağlar hızla kurulur ama aynı hızla çözülür. “Sonsuza kadar” fikri nostaljik bir hatıra gibidir.
İlişkiler de bu akışkanlığın içinde şekil değiştiriyor. Karşı tarafı gerçekten tanımadan, bir profilin içeriğine göre “ilişki” kuruyoruz. Samimiyet, emojilere ve okunma saatlerine teslim. Bauman der ki: “İlişkiler kırılgan çünkü insanlar tüketici gibi davranıyor.” Sevgi bile bir ürüne dönüşmüşken, “bağlılık” yerine “erişilebilirlik” ön plana çıkıyor.
Bu dünyada kalıcı olanı aramak, akıntıya karşı yüzmek gibidir. Ama belki de çaba tam burada anlam kazanır: Hızla geçen her şeyin içinde, bir duraklama anı yaratmak.
İlişkiler de bu akışkanlığın içinde şekil değiştiriyor. Karşı tarafı gerçekten tanımadan, bir profilin içeriğine göre “ilişki” kuruyoruz. Samimiyet, emojilere ve okunma saatlerine teslim. Bauman der ki: “İlişkiler kırılgan çünkü insanlar tüketici gibi davranıyor.” Sevgi bile bir ürüne dönüşmüşken, “bağlılık” yerine “erişilebilirlik” ön plana çıkıyor.
Bu dünyada kalıcı olanı aramak, akıntıya karşı yüzmek gibidir. Ama belki de çaba tam burada anlam kazanır: Hızla geçen her şeyin içinde, bir duraklama anı yaratmak.
Güncel Konulara Felsefi Bakış

Sosyal Medyada Otantiklik Mümkün mü?
Otantiklik, yani sahicilik, bireyin maskesiz hali. Peki sosyal medyada bu mümkün mü? Her şeyin kurgu olduğu, pozların düzenlendiği, metinlerin incelendiği bir ortamda “gerçek benlik” nasıl ortaya çıkar?
İnsan, görünmek ister. Ama görünmek için değişir. Bu değişim ise çoğu zaman, kendini kaybetmek pahasına olur. Goffman’ın “gündelik hayatın sunumu” dediği şey artık ekranlarda yaşanıyor: Herkes sahnede, herkes rol yapıyor.
Belki de sorun sosyal medya değil, bu ortamdaki arzularımız. Sürekli beğenilmek, fark edilmek, onaylanmak istiyoruz. Otantik olmak, az görünmeyi, hatta zaman zaman hiç görünmemeyi göze almayı gerektirir. Yani belki de otantik olmak, paylaşmamaktır.
İnsan, görünmek ister. Ama görünmek için değişir. Bu değişim ise çoğu zaman, kendini kaybetmek pahasına olur. Goffman’ın “gündelik hayatın sunumu” dediği şey artık ekranlarda yaşanıyor: Herkes sahnede, herkes rol yapıyor.
Belki de sorun sosyal medya değil, bu ortamdaki arzularımız. Sürekli beğenilmek, fark edilmek, onaylanmak istiyoruz. Otantik olmak, az görünmeyi, hatta zaman zaman hiç görünmemeyi göze almayı gerektirir. Yani belki de otantik olmak, paylaşmamaktır.

Tüketim Toplumunda ‘Ben Kimim?’
Modern birey, kim olduğunu artık aynada değil; vitrinlerde, sosyal medyada, “alışveriş geçmişinde” arıyor. Bauman’ın dediği gibi, artık insanlar sahip olduklarıyla tanımlanıyor. Yani tüketim, kimliğin bir uzantısı haline geliyor.
Peki ama gerçekten kendimizi mi ifade ediyoruz, yoksa pazarlanan kimlik kalıplarına mı uyuyoruz? “Kendin ol!” derken bile, belli markaları tercih etmemiz bekleniyor. Böylece birey, özgün değil; kopyalanabilir bir hale geliyor.
Felsefe burada devreye girer: “Sen, sen misin?” Yoksa görünmek istediğin kişi mi? Tüketim toplumu, ‘ben’i şekillendirirken, geriye kalan bir şey varsa, o da şu soruyla başlar: “Tüketmeden var olabilir miyim?”
Peki ama gerçekten kendimizi mi ifade ediyoruz, yoksa pazarlanan kimlik kalıplarına mı uyuyoruz? “Kendin ol!” derken bile, belli markaları tercih etmemiz bekleniyor. Böylece birey, özgün değil; kopyalanabilir bir hale geliyor.
Felsefe burada devreye girer: “Sen, sen misin?” Yoksa görünmek istediğin kişi mi? Tüketim toplumu, ‘ben’i şekillendirirken, geriye kalan bir şey varsa, o da şu soruyla başlar: “Tüketmeden var olabilir miyim?”

Yapay Zekâ ve Özgür İrade: Kararları Kim Veriyor?
Yapay zekâ bize kolaylıklar sunuyor; ama aynı zamanda kararlarımızı şekillendirmeye başlıyor. Alışveriş önerileri, sosyal medya algoritmaları, yönlendiren bildirimler… Peki bu durumda “özgür irade” hâlâ bize mi ait?
Bir film öneriliyor, bir yol çiziliyor, bir fikir karşımıza çıkıyor ve biz “tesadüf” sanıyoruz. Ama belki de tercih ettiğimizi sandığımız şeyler, çoktan bizim yerimize seçilmiş oluyor. Descartes özgürlükten bahsederken bile düşüncenin sahibini arıyordu. Şimdi düşüncenin algoritması kim?
Felsefe burada şunu sorar: Seçme hakkın varsa, bu hakkın ne kadar bilinçli? Çünkü özgürlük sadece seçeneklere sahip olmak değil, onları sorgulayabilmektir. Yapay zekâ gelişirken, belki de en çok dikkat etmemiz gereken şey şu: İnsan olarak düşünme yetimizi makinelere ne kadar devrediyoruz?
Bir film öneriliyor, bir yol çiziliyor, bir fikir karşımıza çıkıyor ve biz “tesadüf” sanıyoruz. Ama belki de tercih ettiğimizi sandığımız şeyler, çoktan bizim yerimize seçilmiş oluyor. Descartes özgürlükten bahsederken bile düşüncenin sahibini arıyordu. Şimdi düşüncenin algoritması kim?
Felsefe burada şunu sorar: Seçme hakkın varsa, bu hakkın ne kadar bilinçli? Çünkü özgürlük sadece seçeneklere sahip olmak değil, onları sorgulayabilmektir. Yapay zekâ gelişirken, belki de en çok dikkat etmemiz gereken şey şu: İnsan olarak düşünme yetimizi makinelere ne kadar devrediyoruz?
bottom of page